Light
Dark

Akdeniz’in 6 milyon yıllık öyküsü

Mert İnan | mert.inan@milliyet.com.tr

Doğasıyla ve ev sahipliği yaptığı uygarlıklarla insanlığı büyüleyen Akdeniz’in altı milyon yıllık tarihi, Arkeolog Töre Sivrioğlu tarafından kitaplaştırıldı. Sivrioğlu, “Medeniyetlerin Şafağı-Akdeniz’in Öyküsü”nde kayıp kıtaların, tek bir iz bırakmadan yok olan medeniyetlerin, Antik Yunan ve Mısır’ın, tek gözlü devlerin, arkeolojik eserlerin ve daha nicelerinin hikâyesini anlatıyor. Henüz 17 yaşında bir öğrenciyken, Akdeniz Bölgesi’nde arkeolojik kazılara katılan Töre Sivrioğlu, Mersin’de Kilisetepe’de Kazı Başkanı Nicolas Postgate ile tanışmasının, yaşamının yönünü de belirlediğini söylüyor. Kazıda kaldığı süre boyunca Mersin ve Çukurova’nın büyük bölümünü gezme şansı yakalayan Sivrioğlu, Kız Kalesi, Cennet Cehennem Mağaraları, Frederich Barbarossa Anıtı ve Silifke’deki Hitit kabartmaları üzerinde araştırmalara koyulmuş. 17 yaşındaki bir genç için bu büyüleyici turların ardından takip eden yıllarda Antakya’da Daphne ve Titus Tüneli gibi yerleri de görme şansı yakalayan Sivrioğlu, meslek yaşamına atıldıktan yıllar sonra, üzerinde yıllarca çalıştığı Akdeniz’in öyküsünü kaleme almaya karar vermiş.

Mitlerin kökenleri

Çıkış noktasını anlatmasını istediğimiz Sivrioğlu, arkeolojinin, coğrafyadan ayrı düşünülemeyeceğini belirterek şunları söylüyor: “Dört mevsim olmayan bir bölgede mevsimsel olarak ölüp dirilen tanrılar da olamaz. Kil olmayan bir yerde kilden yaratılan insanlara dair anlatı bulamayız. Deniz, göl ya da akarsu olmayan, yağmur almayan bir yerde taşkın, tufan miti oluşamaz. Hiç kuzu görmemiş bir Eskimo’ya İncil’deki kuzu metaforunu anlatamayız. Bu bakımdan evet, insanlığın toplumsal, kültürel ve ekonomik gelişimini salt ‘coğrafya kaderdir’ gibi formülle açıklayamayız ancak coğrafyanın önemini yadsıyan bir arkeoloji, mitoloji veya tarih çalışması da baştan kendi içinde büyük bir eksiklik taşıyacaktır. Araştırmalarımda her mitin arkasında belirli bir gerçek olduğu varsayımıyla mitselleştirilen imgelerin kökenlerini inceledim.”

Geç Antik Çağ

Arkeolojinin doğduğu yıllarda Akdeniz’in en değerli alanları olan Suriye, Filistin ve Mısır kıyıları ile Tevrat Arkeolojisi denilen disiplinin ilgilendiğine dikkat çeken Sivrioğlu, “Bu alan Tevrat peygamberlerinin hatıralarını taşıyan, Musevilik ve Hristiyanlığın doğduğu, havarilerin, sayısız azizin gömülü olduğu bir alandı. Helen ve Roma hayranları için özellikle Troya’nın keşfiyle Ege havzası en değerli bölge oldu. Aslında Akdeniz havzasında arkeolojik miras açısından dışarıda bırakacağımız bir yer yok ancak bizi heyecanlandıran özel kültür bölgelerine göre bu konuda odaklanacağımız noktalar da değişkenlik gösterebilir” diyor. Töre Sivrioğlu, kişisel olarak ilgisini çeken asıl dönemin Geç Antik Çağ olduğunu belirtiyor: “Yani Roma’nın ‘Bizanslaştığı’, İran’da Sâsânilerin hüküm sürdüğü M.S. 3.-7. yüzyıllar arası… Bu dönemin doğrudan devamı kabul edilen Erken Dönem İslam-Emevi sanatı da ilgimi çekiyor. Örneğin Helenistik ve İslam kültürünün sentezlendiği Mşatta, Qusayr Amra gibi Emevi sarayları, Huqoq’ta, Galile’de keşfedilen mozaikli Bizans Dönemi sinagogları gibi kozmopolit özellikler taşıyan yapılarla ilgileniyorum. Bu yapılar Doğu Akdeniz’de farklı kültürlerin karışımını veya kültürel geçiş dönemlerini temsil ediyorlar.”

“Mısır nehir uygarlığıydı”

Yunanistan ve İonia’nın dünyaya felsefenin temel tartışma konularını hediye eden önemli çekirdek bölgeler arasında olduğunu belirten Sivrioğlu, uygarlığın gelişim sürecini de şöyle değerlendiriyor: “Yunanlar siyasal alanda düşündüklerini yaşama geçiremedikleri gibi kendi aralarında politik birlik sağlayamadılar. Aristoteles’in hayal ettiği demokratik, aristokratik ve monarşik rejimlerin sentezi olan mükemmel sistemi pratik bir toplum olan Romalılar başardı. Ancak Roma aklı da Yunan aklına bir ekleme yapamadı, onun takipçisi ve taklitçisi olarak hareket etti. En önemli fark Romalıların yaşamın pratiğine önem vermeleri ve Roma Devleti’ne bağlılıklarıydı. Mesela siyaseten kaybeden bir Yunan gider rakip kente ya da Perslere sığınır, kovulduğu yerin düşmanlarıyla birleşirdi. Oysa Romalılar siyaset dünyasında kaybedeceklerini anladıklarında düşmanlarıyla iş birliği yerine intihar etmeyi tercih ederlerdi. Roma’nın büyük bir imparatorluk olmasında bu siyasal düşünüş farkının önemli rol oynadığını sanıyorum.” Sivrioğlu, Mısır’ın bu denklemde farklı bir yerde durduğunu söylüyor: “Mısır aslında bir deniz değil nehir uygarlığıydı. Akdeniz’le olan bağı daha çok kendini savunmak için kurduğu savunma hatlarından ve dışarıdan gelen Yunan, Fenikeli tüccarlarla kurduğu sınırlı ilişkilerden ibaretti. Mısırlılar dış dünyayı tanımıyorlar ve tanımayı da önemsemiyorlardı. Elbette bu Büyük İskender’in Mısır’ı fethiyle değişti ve Mısır biraz geç de olsa Akdeniz’in kültürel ilişki ağına tam olarak katılmış oldu.”

Efsaneler ve gerçekler

Akdeniz üzerine üretilen “kayıp kıtalar” gibi efsanelere ilişkin soruyu da şöyle yanıtlıyor Sivrioğlu: “İnsanlar gerçekler yerine efsaneleri seviyorlar. Bir zamanlar bilim ilerledikçe efsanelerin, mitlerin etkisinin sona ereceğine inanılırdı. Ama modern zamanlar da kendi mitlerini üretmeye veya eskileri canlandırmaya devam ediyorlar. Atlantis gibi efsanevi batık uygarlıklar bu nedenle ilgi çekmeye devam ediyor. Akdeniz’de su taşkınları ve depremlerle bazı uygarlıkların yok olduğuna inanılıyor. Bu ilgi elbette güzel bir şey ancak ilginin bilimsel bir merakla da buluşması daha güzel sonuçlar verecektir. Akdeniz-Ege sınırındaki Kyklades Adaları uygarlığının gerçekten de M.Ö. 1600’lerde volkanik bir felaket sonunda yok olduğuna inanıyoruz. Thera Yanardağı’nın patlamasının bir tsunamiye de yol açtığı sanılıyor. Bu felaket Atlantis efsanesine de ilham kaynağı olabilir. Öte yandan aslında Akdeniz’in halen keşfedilmeyi bekleyen kültür merkezleri de var. Mesela Girit’teki Linear A yazısı, Mısır’ı işgal eden Hiksoslar, Etrüsklerin kökeni, Fenikelilerin Atlas Okyanusu’na açılıp açılmadıkları, Pompeii felaketi gibi gizemini koruyan birçok mesele var.”

Sular çekilirse…

Peki bugün Akdeniz’in suları çekilse nasıl bir manzara görürüz? Sivrioğlu bu soruya şu yanıtı veriyor: “Kayıp bir ‘Atlantis’ uygarlığı ile karşılaşacağımızı sanmıyorum. Belki Kyklades Adalar topluluğunda bazı küçük adalar suya gömülmüş olabilir ve onlardan geriye kalanları bulabiliriz. Yine sular çekilse özellikle İspanya kıyılarında çok sayıda Neandertal insanına ait mağaraların ortaya çıkacağı kesin. Bunların bir kısmı bugün bile sualtı arkeologları tarafından inceleniyor. Binlerce batıkla karşılaşacağımız da kesin. Bugün sadece Marmara Adası çevresinde bile 15 kadar batık gemi keşfedilmiş durumda. Preveze, İnebahtı gibi büyük deniz savaşlarının kalıntıları da buna eklenmeli. Deniz kıyısında Kartaca veya Pire gibi kentlerin eski limanlarının bazıları da bugün sular altında. Ancak suların çekilme durumunda büyük bir batık kentle karşılaşacağımızı sanmıyorum. Akdeniz havzasının büyük bölümü henüz insan türü oluşmadan önce dolduğundan, sular bütünüyle çekilse karşımıza asıl olarak paleontolojiyi ilgilendiren bir fosil topluluğu çıkacaktır. Bundan 6 milyon yıl önceki faunayla karşılaşırız ancak Buzul Devri sonundaki son yükselme kıyı şeridindeki çok sayıda Neolitik köyü yutmuş olabilir. Mesela Marmara Denizi eski haline dönseydi eskiden karayla birleşik olan Güney Marmara adalarının çevresinde Neolitik insan izleri bulunabilirdi. Bunlar da elbette heyecan verici buluşlar olacaktır.”